Artık bilmeyenimizin kalmadığı bir gerçek şu ki Türkiye’de nükleer enerji santralleri yakın gelecekte hayatımızın bir parçası olacaktır. 1970 yılından itibaren değişik zamanlarda nükleer santral kurulması için girişimlerde bulunulmuş olsa da bu girişlerimin çoğu sonuçsuz kalmıştır. 2004 yılında, nükleer enerji santrali konusu yeniden gündeme gelmiş ve toplamda üç santral yapılması kararı alınmıştır. Bu santrellerden biri (Akkuyu) için çalışmalar devam etmekte olup diğer ikisi için proje aşamasına gelinmiştir.
1970’ler…
Türkiye’de nükleer çalışmalar, nükleer teknolojiye sahip olmayan pek çok Avrupa ülkesiyle eş zamanlı olarak, “Atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanılması” konusunda düzenlenen 1. Cenevre Konferansı’ndan hemen sonra 1955 yılında başlatılmıştır. 1961 yılında, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde, eğitim ve temel araştırmalar için yararlanılan 1 MW gücünde bir deney reaktörü işletmeye alınmıştır. Elektrik üretimi amacıyla kurulması tasarlanan nükleer santralla ilgili ilk fizibilite etüdleri 1968 yılında başlatılmıştır. 1972-74 yıllarında yapılabilirlik etüdleri ve yer araştırmaları değişen şartlara göre revize edilmiş, 1976 yılında Silifke’nin batısındaki Akkuyu mevkii ilk kuruluş yeri olarak seçilmiş ve yapılan geniş kapsamlı araştırmalara dayanarak Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu’ndan yer lisansı alınmıştır.1976 yılında nükleer santral ihalesi için girişimde bulunulmuş ve tekliflerin değerlendirilmesi sonucunda 1977’de ASEAATOM ve STALLAVAL firmaları ile sözleşme öncesi görüşmeler başlanmış ancak 12 Eylül 1979’da görüşmeler çeşitli sebeplerle başarıyla sonuçlandırılamamıştır.
1980’ler…
1982 yılında herhangi bir ihale açılmadan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanlığı aracılığıyla Atomic Energy of Canada Limited (AECL), Siemens-Kraftwerk Union (KWU) ve General Electric (GE) firmalarından teklifler toplandı. 30 Ağustos 1984’te bu firmalarla yapılan pazarlık görüşmelerinde anlaşma sağlansa da hükümet, nükleer santrallerin anahtar teslimi esasına göre başlattığı ihalenin temel şartını “Yap-İşlet-Devret” şartına dönüştürdüğünü açıklayınca KWU ve kendisine Akkuyu yerine Sinop nükleer siti teklif edilmiş olan GE firmaları ihaleden çekildi. Öte yandan, 2 Kasım 1983 tarihinde devlet kuruluşlarının reorganizasyonu kapsamında tüm nükleer konuları bir çatı altında yürütmek üzere Nükleer Elektrik Santralları Kurumu: NELSAK kararnamesi hazırlandı, onaylandı ve dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren Türkiye’de üç ayrı tipte üç nükleer santralın kurulacağını açıkladı. Fakat NELSAK kararnamesi hiçbir zaman uygulanmadı. Mart 1985’te AECL ile görüşmelere devam edildi ve ağustos ayında ön protokol imzalandı. Ancak, Kanada hükümetinin ön protokole bağlanan şartları ve finansmanın %60’ını (geri kalan %40’ını TEK ve Türkiye üstlenecekti) garanti etmeyi kabul etmemesi üzerine 1986 yılı başlarında AECL ile yapılan görüşmeler de durduruldu. Nisan 1986’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde meydana gelen Çernobil reaktör kazasından ötürü Türkiye’de de nükleer santrallarla ilgili çalışmalar askıya alındı. 1988 yılında ise TEK Nükleer Santrallar Dairesi kapatıldı.
1990’lar…
1989’da Arjantin ile 25 MW’lık pasif sistemli modüler prototip projesine girişilmek istenmiş, 1991 başlarında yeterli görülmeyen bu girişimden vazgeçilmiştir. 1992 yılında dünyadaki belli başlı firmalara birer mektup gönderilerek, 2002 yılında devreye girecek biçimde ve 1000 MW gücünde bir veya iki üniteli santralın anahtar teslimi veya Yap-İşlet-Devret modeli ile kurulması için teknik ve mali konularda bilgi istenmiştir. Aynı yılın aralık ayında dönemin Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Mehmet Ersin Faralyalı’nın Bakanlar Kurulu’na sunduğu bir raporda, ülkenin başka enerji kaynakları ihdas etmediği takdirde 2010 yılında büyük bir enerji krizine düşeceğine ve bunu önlemek için de mutlaka nükleer enerjiden yararlanılması gerektiğine dikkat çekmiştir. Bunun üzerine 1993 yılı başlarında toplanan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu nükleer enerjiden elektrik üretimini ülkenin üçüncü öncelikli meselesi olarak tespit etti. 1995 yılında TEAŞ, nükleer santral ihâlesinin ön incelemelerini yapmak üzere danışman olarak Güney Kore’nin KAERI firmasıyla anlastı. 1996’da Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı’nın görevlendirdiği üç danışman ile TEAŞ Nükleer Santraller Dairesi’nden iki elemandan olusan bir komisyon ihâle şartnâmesine son şeklini verdi. 17 Ekim 1996’da Resmî Gazete’de Akkuyu Nükleer Enerji Santrali için ihâle açılmış oldugu ilân edildi. 15 Ekim 1997’de AECL, NPI (Nuclear Power International/Siemens ve Framatome Konsorsiyumu) ve WESTINGHOUSE (Mitsubishi ile birlikte) tekliflerini sundular fakat 2000 senesinde hükümet bu projenin sonuçlandırılmasından ve ülkede nükleer santral kurulmasından vazgeçtiğini açıkladı.
2000 sonrası ve günümüz…
Mayıs 2004’te dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, “Yakında bu santralların üreticisi ülkelerle görüşeceğiz.” diyerek nükleer enerji santrali konusunu yeniden başlattıktan sonra gelişmeler Akkuyu ve Sinop Santrallerinde hızlandı.
Akkuyu Nükleer Güç Santrali, Mersin ilinin Gülnar ilçesinde bulunan Büyükeceli Kasabasının Akkuyu mevkiinde inşaa edilecektir. İnşasının tamamlanması halinde Türkiye’nin ilk nükleer enerji santrali olacaktır. Akkuyu sahası imzalanan ikili devletlerarası anlaşma sonucunda Rus kamu şirketi Atomstroyexport (ROSATOM‘a bağlı Atomenergoprom‘un alt şirketi) bedelsiz olarak teslim edilmiştir. Rus kamu şirketi buraya kendi bulacağı finansal kaynaklarla nükleer santral inşa edecek ve ürettiği elektriği 15 senelik alım garantisi ile Türk tarafına satacaktır. Santralın ne zaman devreye alınacağına ilişkin kesin tarihler bulunmamaktadır. 1200 MW‘lık dört üniteden oluşacak ve 4800 MW‘lık kurulu gücü ile tek başına Türkiye’nin elektrik üretiminin yaklaşık %6’sını karşılayabilecektir.
Sinop Nükleer Enerji Santrali ya da Sinop Nükleer Santrali (Sinop NS), Sinop ili İnceburun Yarımadası’nın deniz kenarında kurulması planlanan, Türkiye’nin Akkuyu Nükleer Enerji Santrali‘nden sonra projelendirilen ikinci nükleer santralidir. Santralin 1120 MW’lik 4 reaktör ünitesiyle toplam 4.480 MW kurulu güce sahip olması tasarlanmaktadır.
Peki tüm bu gelişmeler dikkate alındığında artık yakın gelecekte bir parçamız olacağı kesin nükleer enerjinin olmazsa olmaz bileşeni Nükleer Hukuk hakkında ülke olarak neler biliyoruz?
NÜKLEER HUKUK KONSEPTİ
Nükleer Hukukun esas amacı, nükleer enerji kullanan ya da kullanmayı amaçlayan herbir ülkeye, nükleer enerjinin ekonomik ve sosyal yararlarını en uygun şekilde kullanmaya imkan sağlayan bir yasal çerçeve yaratmaktır.
Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumunun, (UAEK) üyesi ülkelere nükleer hukuk alanında ki yasama faaliyetlerinde yol gösterici rolü bu süreçte unutulmamalıdır.
Yararlar ve Riskler: Bilindiği üzere nükleer enerji, insan sağlığı ve güvenliği ile çevre üzerinde dikkatle ele alınması gereken riskler doğurmaktadır. Bununla birlikte nükleer enerjinin sağlıktan tarıma, elektrik üretiminden sanayiye kadar birçok alanda hatırı sayılır faydaları bulunmaktadır. Bu nedenlerle nükleer enerji ile ilgili yasama faaliyetleri nükleer enerjinin bu birbirinden ayrılmaz riskleri ve faydaları üzerine yoğunlaşmıştır.
NÜKLEER HUKUKUN TANIMI
Nükleer hukuk, tüzel ve gerçek kişilerin nükleer enerji veya radyasyon ile ilgili her türlü iş, işlem ve etkileşimlerini düzenleyen bir özel normlar bütünüdür.
Nükleer hukuk ulusal genel hukuk normları içerisinde nükleer teknolojinin özel durumuna uygun düzenlemeler içeren bir hukuk dalı olup nükleer hukuk düzenlemeleri yarar-risk dengesi içerisinde nükleer teknolojinin gelişimini ve kullanımını düzenler.
NÜKLEER HUKUKUN AMACI
Nükleer hukukun amacının nükleer enerji ve radyasyon kullanımı ile ilgili bireyleri, mülkiyet haklarını ve çevreyi koruyan bir yasal çerçeve oluşturmak olduğunu söyleyebiliriz.
Nükleer Hukukun Prensipleri :
a) Emniyet Prensibi (The Safety Principle)
b) Güvenlik Prensibi (The Security Principle)
c) Sorumluluk Prensibi (The Responsibility Principle)
d) İzin Prensibi (The Permission Principle)
e) Sürekli Kontrol Prensibi (The Continuous Control Principle)
f) Tazminat Prensibi (The Compensation Principle)
g) Sürdürülebilir Gelişim Prensibi (The Sustainable Development Principle)
h) Uygunluk Prensibi (The Compliance Principle)
i) Bağımsızlık Prensibi (The Independence Principle)
j) Şeffaflık Prensibi (The Transparency Principle)
k) Uluslararası İşbirliği Prensibi (The International Co-Operation Principle)
Şimdi kısaca bu prensiplerin ne ifade ettiklerine göz atalım;
a) Emniyet Prensibi (The Safety Principle)
Sayısız uluslar arası antlaşma, ulusal kanun düzenleyici belge ve uzman yorumu, “emniyet” in nükleer enerjinin kullanımında ilk gereklilik olduğunu işaret etmiştir. Bu çerçevede bir dizi alt prensip belirlenmiştir. Bunlar;
Bu ilke ışığında yasama faaliyetleri gerçekleştirilirken farklı seviyelerdeki risklere karşı farklı ağırlıkta teknik emniyet kriterleri getirilmesine önem verilmelidir.
b) Güvenlik Prensibi ( The Security Principle)
Nükleer Hukuk ile ilgili yasama faaliyetleri gerçekleştirilirken unutulmamalıdır ki, nükleer enerjinin gelişimsel kaynakları askeri teknolojiye dayanmaktadır. Nükleer teknolojinin veya nükleer materyallerin terörist veya diğer suç örgütleri tarafından ele geçirilmesi kötüniyetli kullanımların önünü açabilecektir.
Bu nedenlerle gerek teknolojinin gerekse nükleer materyallerin korunması konusunda teknolojinin veya materyallerin tehlike seviyesine göre farklı yasal koruma tedbirleri alınmalıdır.
c) Sorumluluk Prensibi (The Responsibility Principle)
Nükleer Enerji kullanımı sırasında birden çok aktör sürece dahil olmaktadır. Örneğin, AR-GE Kuruluşları, nükleer materyalleri işleyenler, nükleer cihazları (ekipmanları) üretenler, nükleer enerjiyi tıbbi amaçlarla uygulayanlar, mimarlık-mühendislik firmaları, inşaat firmaları, nükleer tesis işleticileri, finansal kuruluşlar ve düzenleyici kurumlar. Bütün bu aktörlerin dahil olduğu süreçte sorulması gereken soru, emniyetin sağlanmasında öncelikli sorumluluğun kime ait olduğudur. Her ne kadar yukarıda sayılan tüm bu aktörlerin tamamının değişen seviyelerde sorumluluğu olsa da öncelikli sorumluluk nükleer tesis işletenler ve lisans sahiplerindedir.
d) İzin Prensibi (Permission Principle)
Kural olarak çoğu ulusal hukuk sisteminde bireylerin ticari faaliyetleri önceden izin sistemine bağlanmaz. Ancak bu faaliyetler tanımlanabilir riskler doğurmaktaysa izin sistemi gündeme gelecektir.
Nükleer teknolojinin doğası gereği barındırdığı riskler nedeniyle nükleer hukuk özellikle radyoaktif materyaller ile ilgili her türlü işlem için izin sistemi öngörmektedir. Bu noktada “izin” kavramı, yetki, lisans, ruhsat, sertifika ve onay kavramları ile ifade edilebilir.
Bu prensip kapsamında hangi faaliyetlerin hangi derecede izne tabi olduğunun önceden net bir şekilde belirlenmiş olması oldukça önemlidir.
e) Sürekli Kontrol Prensibi (Continuous Control Principle)
Nükleer enerji alanında faaliyet gösteren bir aktör, lisans ya da sair bir izinle yetkilendirilmiş olsa dahi faaliyetlerini güvenli ve emniyetli bir şekilde sürdürdüğünün belirlenebilmesi için sürekli gözetim altında tutulması gereklidir. Bu prensip ulusal nükleer mevzuatın, düzenleyici kurum denetmenlerinin nükleer enerji kullanılan her seviyedeki her türlü faaliyete doğrudan ve serbestçe erişebilmesine olanak sağlanmasını öngörmektedir.
f) Tazminat Prensibi (The Compensation Principle)
Tüm önlemlerin alınmasına rağmen çeşitli nedenlerle meydana gelebilecek bir nükleer kazada ülkelerin ulusal mevzuatı, kazadan etkilenen tüm taraflara yeterli ve uygun bir tazminat ödenmesine imkan vermelidir.
g) Sürdürülebilir Gelişme Prensibi (Sustainable Development Principle)
Çevre Hukuku, her bir insan nesline sonraki nesillere lüzumsuz çevresel etki/yük bırakmamak konusunda önemli görevler yüklemektedir. Bilindiği üzere ekonomik ve sosyal gelişme ancak çevreyi korumak kaydıyla sürdürülebilir. Bu kural nükleer alanda da uygulanmalıdır. Nükleer materyallerin uzun ömrü ve gelecek üzerindeki etkileri düşünüldüğünde mevcut nesillerin bu teknolojinin uzun vadeli etkilerini düşünerek teknolojiyi riskleri ve zararlarından sakınarak kullanmaları gerekir.
h) Uygunluk Prensibi (The Compliance Principle)
Birçok beşeri aktivite, ülkelerin sınırları içerisinde gerçekleştirilse dahi olası etkileri sınırları aşan bir mahiyet gösterebilmektedir. Nükleer enerji alanındaki risklerin de sınırları aşan nitelikte olduğu bilinen bir gerçektir. Bu sınırları aşan riskler konusunda yapılan çok taraflı milletlerarası antlaşmalar risklerin önlenmesi ve gerçekleşmesi halinde yapılması gerekenler ile ilgili öncelikli referans noktasıdır. Nükleer Hukukun özelliği gereği nükleer enerji alanında faaliyet gösteren ülkeler ulusal ve uluslar arası ölçekteki düzenlemelere uymakla yükümlüdür. Bu kapsamda bazı ülkelerde uluslar arası sözleşme ve düzenlemeler kendiliğinden ulusal mevzuatta uygulanması gereken hukuk normu haline gelirken bazı ülkelerde bu uluslar arası düzenlemelerin iç mevzuata aktarılması için ayrıca bir yasama faaliyetine ihtiyaç vardır.
i) Bağımsızlık Prensibi (The Independence Principle)
Uluslar arası Nükleer Hukuk, düzenleyici otoritenin kurulmasında bağımsızlık olgusuna özellikle vurgu yapmıştır. Bağımsızlığın amacı, düzenleyici otoritenin özellikle emniyet alanındaki kararlarının sektördeki aktörlerin etkisinden bağımsız olmasını sağlamaktır. Sektördeki riskler göz önüne alındığında emniyet söz konusu olduğunda tüm diğer ilgililerin düzenleyici kurumun bağımsızlığına ve uzman görüşüne saygı göstermesi ve tam işbirliği yapması gerekmektedir.
j) Şeffaflık Prensibi (The Transparency Principle)
Nükleer enerji özellikle 2.Dünya Savaşı dönemindeki askeri programlar sayesinde gelişmeye başlamıştır. Bu nedenle nükleer hammadde ve teknoloji son derece hassas ve yüksek güvenlik seviyeli kabul edilmiştir. Bu teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanımı başladıktan sonra kamunun bu teknolojiyi anlaması, benimsemesi ve güvenmesi, medya, yasa koyucular ve diğer ilgili bileşenlerin mümkün oldukça açık bir şekilde bilgi paylaşması ile mümkün olmuştur. Şeffaflık prensibi, nükleer teknolojinin gelişmesine katkıda bulunan tarafların, kamu sağlığı, güvenliği ve çevre üzerinde etkileri ya da olağandışı durumlarla ilgili her türlü bilgiyi paylaşmasını gerektirir.
k) Uluslararası İşbirliği Prensibi (The International Co-Operation Principle)
Son prensip olan UİP, nükleer enerji kullanıcıları ve düzenleyicilerinin uluslar arası örgütler vasıtasıyla yakın ilişkiler kurmaları gerekliliğine işaret etmektedir. Nükleer enerjinin uluslar arası mahiyeti birkaç nedene dayanmaktadır;
Birincisi : Emniyet ve çevre konularında potansiyel sınır ötesi etkiler hükümetlere bu konudaki politikalarını yeknesaklaştırmayı ve işbirlikçi programlar geliştirmeyi böylece olası kazalarda insanların ve çevrenin maksimum seviyede korunması sağlamaktadır.
İkincisi : Etkilerin sınır tanımazlığı bir ülkede arttırılan güvenlik uygulamalarının diğer ülkelere de yayılarak dünya çapında bilgi paylaşımını zorunlu kılar. Yine terör ve diğer suç örgütlerinin tehditleri nedeniyle de uluslar arası işbirliği hayati öneme sahiptir.
Üçüncüsü : Giderek artan sayıda uluslar arası sözleşme ve benzeri yasal düzenlemeler ülkelerin nükleer alanda uymakla yükümlü oldukları sorumlulukları düzenlemektedir.
Dördüncüsü : Nükleer Sanayinin giderek artan çok uluslu karakteri nükleer hammaddelerin ve ekipmanların ulusal sınırlarda daha etkili kontrol edilmesini gerekli kılmaktadır. Bu kontrol de ancak uluslar arası işbirliği ile sağlanabilecektir.
Bütün bu nedenlerle ulusal nükleer enerji mevzuatı kamu ve özel sektör aktörlerine alanları ile ilgili uluslar arası organizasyonlara katılmalarına imkan sağlayan bir yapıda olmalıdır.